Bakmayın siz iş kulelerinin yükselip alış veriş merkezlerinin bir biri ardına yapılmasına. Daha düne kadar Ege Mahallesi Ankara’nın çöplüğü diye anılırdı. Tuzluçayırdan Ege mahallesinin sonuna doğru uzanan Natoyolu caddesinin bitimindedir çöplük. Yazın sahil kenarında martı sesleriyle uyanan tatilcilerin aksine sığırcık ve karga sesleriyle uyanan yoksul emekçi halkın teneke ve naylondan kurulu barakalardan gecekonduya geçme sevdasının hayata tutunma mücadelesidir çöplük.

 

            Ege mahallesi ilk kurulduğu 1970’li yıllardan 1990’lı yılların sonlarına kadar çöplüğün oradan kaldırılıp başka bir semte taşınması için birçok mücadele vermiştir. İşin garibi seçilen tüm belediye başkanları da “Çöplüğü kaldıracağım” diye söz verip yerine getirmemiştir! Lakin 2000’li yıllardan sonra ne halk “Çöplük kaldırılsın” diye kimseden bir şey istemiştir nede seçilen Belediye Başkanları “Kaldıracağım” diye söz vermiştir. Zira halk kendi kurduğu mahalleye bütün zorluklarına rağmen alışmıştır.

 

            90’lı yılların başlarıydı! Çöplüğün üzerine kurulmuş teneke barakalar çöp yığınlarının üzerinde gezinen insanlara duldalık yapıyordu. Belki de bu Ege Mahallesinin son “Çöplük kaldırılsın” eylemiydi. Sanatçılar, siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları ve Tuzluçayırdan bu yana tüm mahalle halkı eylem için toplanmıştı. Siyasiler konuşma yapacak, sanatçılar türküler söyleyecek, çöplüğün kaldırılmasını isteyen halk ise halaylar çekecekti.

 

            Kalabalığın 100 metre ilerisinde tüm bu olanlardan habersiz bir çocuk elinde naylon poşet, kamyonların döktüğü çöpü karıştırıyorlardı. Gazeteci ağabeyi ona yaklaşıp sohbet etmiş, fotoğrafını çekmişti.

—Ne yapıyorsun ufaklıklar?

—Çöp topluyorum abi!

—Okula gitmiyor musun?

—Gidiyorum ama arta kalan zamanlarda burada çöp toplayıp satıyorum. Ekmek parası.

 

Sohbet uzamıştı. Gazeteci ağabeyi tam ayrılacakken çocuk seslenmişti:

—O resimlerden bana da verecek misin abi?

—Tamam da nasıl olacak bu iş? Buraya bir daha geleceğimi hiç sanmıyorum.

Çocuk gülmüştü:

—Sen resimleri çöpe at abi! Nasıl olsa bütün çöpler buraya geliyor ve ben hep buradayım!

 

            Gazeteci gülümseyip çocuktan ev adresini istemişti. Çocuk kalabalığın arasında bulunan babasını bulup gazeteci abisine adresini verdirmişti. Yaklaşık bir hafta sonra çocuğun evine bir kitap, birde mektup gelmişti. Kitap Oriana Fallaci’nin “Doğmamış Çocuğa Mektup” isimli kitabıydı! Mektupta ise kısaca şöyle yazıyordu:

—Canım kardeşim. Ben seni unutmam ama sende beni unutmayasın diye sana bu fotoğraflarla birde kitap gönderiyorum. Kara gözlerinden öperim.

 

            İşte bu yazımda size bir gazetecinin okusun diye çöp toplayan çocuğa posta yoluyla gönderdiği Oriana Fallaci’nin “Doğmamış Çocuğa Mektup” isimli kitabından bahsedeceğim.

 

            Babası Mussolini karşıtı direniş lideri olan Oriana Fallaci 29 Haziran 1929’da Floransa’da doğdu. 17 yaşında Gazeteciliğe başlayan Fallaci, Kaddafi, Hanry Kissinger, İndira Gandhi, Zülfükar Ali Butto, Şah Rıza Pehlevi gibi önemli isimlerle röportajlar yaptı. Ama hiçbir zaman bizim anlı şanlı gazetecilerimiz gibi “Ne yiyip içiyorsunuz, nasıl besleniyorsunuz, bal mı yiyor musunuz” diye kıytırıktan sorular sormadı! Örneğin sorularıyla köşeye sıkıştırdığı Humeyni’nin “İslami kıyafetleri sevmiyorsanız giymek zorunda değilsiniz” demesi üzerine “İmam çok naziksiniz. Madem öyle dediniz, bu saçma, Ortaçağ’dan kalma bez parçasından hemen kurtulacağım” diyerek örtüsünü çıkarıp fırlatmış ve bunu yaptığı için hayatta kalmasını becerebilen 2 kişiden birisi olmuştu.

 

            Hayatının pek çok evresinde yüzlerce kez ölüm tehdidi alan ve hayata 5 Eylül 2006 yılında 76 yaşında veda eden Fallaci’nin en önemli eserlerinden biri 1975 yılında kaleme aldığı Doğmamış Çocuğa Mektup isimli kitabıdır.

 

            Erkek arkadaşından ayrılan bir kadının hamile olduğunu anladıktan sonra hissettiklerini, korkularını, sevinç ve coşkularını etkileyici ve şiirsel üslupla karnında ki çocuğuna mektup şeklinde anlatan Oriana Fallaci, bu mektuplarda hem kendiyle hem karnında ki çocuğuyla dertleşiyor. Bazen masal anlatıyor, bazen öğüt veriyor, bazen de çaresizliğini anlatıyor.

—Senden korkuyorum. Seni hiç yokluktan zorla çekip alan, gövdeme ekleyen rastlantıdan. Seni çok beklediysem de karşılamaya asla hazır olamadım. Ama kendi kendime hep o kötü soruyu sordum: Ya doğmak hoşuna gitmezse? Ya günün birinde haykırıp suçlarsan beni: Sana kim dedi beni dünyaya getir diye? Neden dünyaya getirdin beni neden?

 

            Diğer bir önemli konu ise yazar bu kitapta insanın neden öleceğini bile bile doğduğunu ya da acı çekeceğini bile bile neden yaşadığını sorguluyor. Ve bu korkulardan yola çıkarak çocuğuna “Gerçekten dünyaya gelmekten emin misin” diye soruyor!

 

            Oysa bizim ülkemizde doğup da çocukluğunu yaşayamadan 17 yaşında idam edilen insanların ailesine yazdığı mektuplar vardır belleklerden çıkmayan. Örneğin Erdal Eren idama gitmeden önce ailesine şöyle yazıyordu mektubun son kısmında:

— Anne, baba ve evlat arasındaki sevgi çok güçlüdür, kolay kolay kaybolmaz. Evlat acısının da sizin için ne derece etkili olacağını biliyorum. Ama ne kadar zor olsa da bu tür duygusal yönleri bir tarafa bırakmanızı istiyorum. Sizin binlerce evladınız var. Zavallı ve çaresiz biriymişim gibi ardımdan ağlamanız beni yaralar. Hepinize özgür ve mutlu bir yaşam diliyorum.

 

            Ve tabi bu yeni bir şey değildir bizim ülkemizde. Çocukluğu ile gençliğini birleştirip hep aynı yaşta kalan Deniz Gezmiş’in idama gitmeden önce kaleme aldığı bir mektup vardır örneğin. İdamından sonra doğacak çocuklara Deniz ismini verdiren Deniz Gezmiş’in mektubu:

—Baba, Mektup elinize geçmiş olduğu zaman, aranızdan ayrılmış bulunuyorum. Ben, ne kadar üzülmeyin desem, yine de üzüleceğinizi biliyorum. Fakat, bu durumu metanetle karşılamanı istiyorum. İnsanlar doğar, büyür, yaşar ve ölürler… Önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı süre içinde, fazla şeyler yapabilmektir.

 

            Lakin her zaman için böyle anlamlı ve mücadeleyi pekiştiren mektuplarla sınırlı değildir yeryüzü! Hakkında yurt dışına çıkma yasağı konulan ve bu yüzden daha iyi şartlarda muayene edilmesi engellenen Ruhi Su gibi değerlerin ölüme terk edildiği bir ülkede, İslamcı, şair, yazar ve düşünür diye anılan Necip Fazıl Kısakürek’in Adnan Menderes’e örtülü ödenekten para istediğini anlatan mektuplar vardır kötü örnek olarak. "Muhterem efendim" diye başlayan mektuplarda Emniyet Genel Müdürü'ne kovuşturmalarla ilgili gerekli talimatın verilmesini, huzura kabul edilmesini ve kendisine yardım edilmesini talep eden mektuplar:

 — Benim yaptığımı yapanlara hükümetler ve rejimler servetlerini ve nimetlerini yağdırır. Haftalardır Ankara’nın bu hücra ve münzevi otelinde cinnet buhranları içinde çırpınmaktayım. Bütün istediğim zarara birkaç bin zamla 20 bin lira temininden ibarettir.
 

            Oriana Fallaci’nin Doğmamış Çocuğa Mektup isimli kitabının sonunda “Bana dünyada ki hayatla ilgili güzel olan bir şey anlatmadın ki. Hep savaşlardan, ihanetlerden, çirkinlikten bahsettin. Böyle bir dünyaya gelmenin ne anlamı var ki” diyen çocuk anne karnında ölmüştür. Aslında bu ölüm bir son değil bir başlangıçtır birileri için. Belki de bir yerlerde birileri bu kitabı okuduğu için daha fazla sarılmıştır çocuklarına. Belki de bazı çocuklar bu yüzden daha fazla tutunmuşlardır hayata. Tıpkı hayatı zindan, sürgün ve hasret içinde geçen Nazım Hikmet’in cezaevinde yazdığı şiirlerde karısı Piraye’ye sarıldığı gibi:

—Karım benim! İyi yürekli, altın renkli, gözleri baldan tatlı arım benim; Ne diye yazdım sana
istendiğini idamımın, daha dava ilk adımında ve bir şalgam gibi koparmıyorlar kellesini adamın. Haydi bunlara boş ver. Bunlar uzak bir ihtimal. Paran varsa eğer bana fanila bir don al. Tuttu bacağımın siyatik ağrısı. Ve unutma ki daima iyi şeyler düşünmeli bir mahpusun karısı…

Oriana Fallaci’yi okuyun…