Joshua Micah Marshall, 2008 yılında gazeteciliğin en saygın ödüllerinden biri olan George Polk gazetecilik ödülünü yılın adliye haberi dalında kazandığında gazetecilikte herkes ‘yeni bir durumla karşı karşıya olunduğu’ düşüncesine kapılacaktı. Çünkü bu önemli gazetecilik ödülünün sahibi Marshall hiçbir ‘medya kurumunda’ çalışmıyordu. George W. Bush’un Adalet Bakanının işten çıkardığı 8 savcıyı, politik görüşlerinden dolayı işten çıkardığını ispatlayan haber serisini de herhangi bir ‘kurumsal’ medya organında değil, kendi kurduğu ve hiçbir resmiyeti olmayan blogunda yayınlamıştı. Marshall’ın sonradan çok daha etkili hale gelecek blogu Talking Points Memo (TPM), sadece internette yayın yaparak Polk ödülü kazanan ilk platform oldu. Adalet Bakanlığı bile aynı hafta hiçbir medya kurumuyla bağı olmayan Marshall’ı Adalet Bakanlığına akredite gazeteciler listesine ekleyecekti.
Beş dakikada ve ücretsiz açılmış tek bir sosyal medya hesabının, blog yazarlarının, bireysel ölçekli dijital haber platformlarının, onlarca, yüzlerce milyon dolarlık geleneksel medya kurumlarından daha etkili olabildiği bir ‘gazetecilik’ çağındayız. Bu yeni kuşak ‘gazetecilerin’ önemli bir kısmının ne gazetecilik eğitimi ne de kurumsal bir gazetecilik statüleri var. Ancak, geleneksel medyanın okur kitlesini her geçen gün artan oranda kendilerine çekmeye devam ediyorlar. Peki neden? Çünkü gazeteciliği, 20’nci yüzyılın devlet zihniyeti ve endüstri altyapısına göre dizayn edilmiş geleneksel medya kurumlarındaki profesyonel gazetecilerden daha iyi yapıyorlar. Bir yetenekten söz etmiyorum. Bir imkandan söz ediyorum. Geleneksel medya kurumları, kurumsal yapılarının ağırlığı nedeniyle yoğun bir otosansüre, hatta zaman zaman doğrudan sansüre sahip. Bazı blog yazarları, freelance(serbest) gazeteciler veya yurttaş gazeteciler(citizen journalist) ise, gazeteciliğin, bilgileri doğrulama, herkesin kınadığı kişiye söz hakkı tanıma, resmi açıklamaları sorgulama gibi fonksiyonlarını çok daha başarılı şekilde yerine getiriyor.
Gazetecilik denince akla gelen matbaa, video kamera, ses kaydedici, internette yayın platformu, yayıncılık ekipmanı ve benzeri araç gereçler, yakın zamanlara kadar sadece gazetecilik kurumlarının sahip olabildiği araçlardı. Yüzyıl boyunca gazeteciliğin bir ‘endüstri’ sayılmasının ana nedeni de buydu. Ancak günümüzde, bir akıllı telefonu ve bir internet bağlantısı olan herkes bile bütün bu teknik olanaklara sahip olabiliyor. Tek başına telefonuyla canlı yayın bile yapabiliyor. Geçtiğimiz aylarda New Yorklu bir evsizin bile blogunun olduğu medyaya yansımıştı.
‘Online’ ve ‘offline’ gazetecilik arasındaki veya kurumsal gazetecilik ile serbest gazetecilik arasındaki farklar artık iyice flulaştı. Çünkü her geçen gün daha fazla sayıda profesyonel gazeteci, internet ortamında bir platforma geçiyor veya kendisi böylesi bir platform başlatıyor. Pew araştırma kurumunun Medyanın Durumu 2014 raporu şu gerçeğin altını çiziyordu: Eğer online ortamda yazıp çiziyorsan amatörsün, eğer New York Times’ta yazıyorsan profesyonelsin’ şeklindeki eski konseptin artık bir gerçerliliği yok.
Bu durumun en çok da ‘20’nci yüzyıl kafalı politikacı, devlet adamları ve devlet kurumlarını ürküttüğünü tahmin etmek zor değil. 'Devlet' için birkaç patronu sıkıştırıp baskı altına almak, kaybedecek hiçbir şeyi olmayan yüzlerce, binlerce blogger ile veya serbest gazeteciyle uğraşmaktan çok daha mümkün ve kolay. İşte bu nedenle de günümüzde gelinen noktada, ‘gazeteci kimdir?’ sorusunu en fazla dillendirenlerin ‘devletlular’ olması tesadüf değil. ‘Devletçi’ yaklaşımlarıyla bilinen Illinois Senatörü Dick Durbin, 2013 yılında, ‘kimin gazeteci olduğuna’ Kongrenin karar vermesi gerektiğinin zamanı geldiğini söyleyerek bu koroya katılmıştı. Chicago Sun-Times gazetesine yazdığı makalesinde, ‘kim gazetecidir?’ sorusuna kendince, ‘her hangi bir medya kurumundan maaş alan kişi’ tarifi getirecekti. Peki Durbin’e göre ‘medya kurumunun' tarifi nasıldı? 'Topladığı enformasyonu gazeteler, fikir ve araştırma kitapları, dergiler, haber siteleri, televizyon, radyo ve film aracılığıyla kamuoyuun bilgisine sunan yapı 'olarak tarif ediyordu. Ona göre bu tarif, ‘haberciliğin her formunu’ kapsayan çok ‘cömert’ bir tarifti. Ama aynı senatör Durbin ve benzeri kafada olan adamlar, o günlerde Mısır ve Türkiye'deki gelişmelerden, örneğin Rabia meydanı ve Taksim'den haberleri, haberciliğin her formundan değil de, Twitter gibi sosyal medya araçlarını kullananan bağımsız gazeteci, blogger ve aktivistleden edinmeyi tercih ediyordu. Bu kez, -haklı olarak- bu aktivistleri, ‘gerçek gazeteciler’ ve ‘doğru haberin kaynağı’ olarak görüyorlardı.
Gazeteci, gazetecilik yapan kişidir. Bir diploması, bir medya kurumundan maaş bordrosu, sigortası, basın kartı veya toplu taşıma araçlarına ücretsiz biniş kartının olup olmamasının, ‘gazeteci’ tanımıyla hiçbir ilgisi yok. Tarifinden de anlaşılacağı üzere ‘basın’ dendiğinde Senatör Durbin gibi kişilerin aklına ‘kurumlar’ geliyor. Glenn Reynolds’un da dikkat çektiği gibi ‘devlet kafalı’ Senatör Durbin’in zihniyetinde, ABD kurucu babalarının anayasaya ‘free press (basın özgürlüğü)’ kavramını eklerken kasttetikleri özgürlük, bir eyleme dönük değil kurumlara yönelikti.
Oysa gazetecilik bir eylemdir, bir iştir, bir kurum veya profesyonel meslek değildir... James Madison da ‘freedom of the press (basın özgürlüğü)’ derken, basın kurumlarının özgürlüğünden değil, haberi ve fikri basın yoluyla geniş kitlelere duyurma eyleminin özgürlüğünden bahsediyordu.
Otoriter yönetimlerin 'basın kartı' aşkı
Gazeteciliğin bir iş değil de bir kurumsal statü gibi algılanmasına neden olan faktörlerden biri de 'basın kartı'dır. Gazeteciye, belli alanlarda işini yaparken kolaylık sağlanması amacıyla doğmuştur basın kartı. Kimin gazeteci olduğu kimin olmadığını gösteren bir diploma olsun diye değil. Bu kartın her otoriter veya yolsuz rejimde, gazetecilere karşı kullanılan bir karta dönüşmesi şaşırtıcı değil. Çin, Kuzey Kore, Suudi Arabistan, İran gibi bazı ülkeler, bu kartı, gazetecilik faaliyetini engellemek için kullanıyor. Örneğin, Çin’de gazetecilik yapmak için, devlet tarafından verilen basın kartı sahibi olmak zorunlu. Mevzuatlarında basın kartının kimlere verilip kimlere verilmeyeceği ile ilgili somut kriterler ise bulunmuyor. Tamamen kartı veren resmi otoritenin keyfine kalmış durumda. İstediğini ‘gazeteci’ istemediğini ‘gazeteciliğe yeterli değil’ ilan edebiliyor. Çin hükümeti, kimlerin gazeteci olduğuna devletin karar vermesinin gerekçesini, gerçek gazeteciliğin itibarını, kamu düzenini ve gazetecilik mesleğinin kurumsal yapısını bozan sahte gazetecilere karşı koruma olarak açıklıyor. Otoriter faşizan ülkelerde, gerçek gazeteciliği yapanların çoğu devletçe gazeteci kabul edilmediği için, onlara göre hapishanelerinde de hiçbir gazeteci bulunmuyor. Hiçbir gazeteciye de soruşturulma açılmış olmuyor bu durumda.
Bununla beraber gelişmiş demokrasilerde de zaman zaman 'basın kartı' etrafında tartışmalar yaşanıyor. ABD Yüksek Mahkeme haberlerinde hemen herkesin ilk baktığı haber sitesi olan ScotusBlog'a Yüksek Mahkemenin 2014 yılı için akreditasyon vermediği ortaya çıktığında ABD'de haftalarca tartışıldı. Aslında Yüksek Mahkemenin gerekçesi, blogun kurucusu ve yöneticisinin zaman zaman Yüksek Mahkemede davaları da olan bir avukat olmasının, davalarda tarafsızlığa halel getirebileceği endişesiydi. Ancak bazılarına makul gelebilecek bu gerekçe bile NPR'dan New Yorker'a kadar birçok medya kuruluşunun ortak imzayla bu ayrımcılığa son vermesini istemesine engel olmadı. Gazetecilerin çoğunluğuna göre bir kişinin aynı anda avukat olması onun gazeteci olmasına engel değildi. Aslında bu yönde mahkeme içtihatları da vardı. ABD’de 1973 yılında, Senato’da akreditasyon verme yetkisine sahip olan ve gazetecilerden oluşan basın komitesi, Tüketici Sendikasının yayın organı olan ‘Consumer Reports’a, bir sendikanın organı olduğu ve dolayısıyla gazetecilik faaliyeti olarak görülmediği gerekçesiyle Senato kalıcı basın akreditasyon kartı vermek istemediğinde, dernek dava açtı. Washington DC Bölge Federal Mahkemesi, Senato basın komitesinin kararını, ‘basın özgürlüğüne’ aykırı olduğu gerekçesiyle iptal edecek ve sendikanın başvurusunu yerinde görecekti. Hatta yargıç Gerhard Gesell, ‘bir grup gazeteciye, bir başka kişinin gazeteci olup olmadığına karar verme otoritesi vermeyi’ bile, basın özgürlüğü açısından ciddi bir problematik olarak niteliyordu tarihi kararında.
ABD Yüksek Mahkemesi Başkanı Yargıç Warren Burger da, 1978 yılında bir içtihadında şöyle yazacaktı:
‘’Bunu isterse yasama organı, isterse mahkemeler veya isterse idari devlet kurumları yapsın farketmez, bazılarını ‘kurumsal basın’ içinde sayıp bazılarını dışarıda bırakma işi, Tudor ve Stuart İngilteresinin iğrenç lisans sistemini hatırlatır ki Anayasamızın Birinci Tashih Maddesi (First Amendment) bu ülkede bunu yasaklar.’’
Kimin gazeteci olup olmadığına hükümet yetkililerinin karar verdiği bir ortam, gazeteciliğin resmen askıya alındığı bir ortamdır. ‘We Are all Journalists Now (İnternet Çağında Artık Hepimiz Gazeteciyiz)’ kitabının yazarı Scott Gant, hükümet adamlarına, kimin gazeteci olup olmadığına karar verme yetkisi verilmesinin, tilkiye kümes bekçiliği verilmesinden hiçbir farkı olmadığını kaydediyor.
Tennessee Üniversitesi hukuk profesörü Glenn Harlan, Kongre üyesi Durbin'in 'kimin gazeteci olduğuna biz karar verelim' çıkışını eleştirirken, 'Durbin ve diğer politikacılar, çocuğumu 5 dakika bile emanet edecek kadar güvenmediğim insanlar. Onların bana şu gerçek gazetecidir demesine niye güveneyim ki?' diye yazacaktı.
Kimin gazeteci olduğuna hükümetin adamlarının karar verdiği bir ülkede, basın kartı verilmeyenlerin gazeteci kimliğine halel gelmez. Asıl, hükümetin adamlarının 'gerçek gazeteci' görüp basın kartı verdiklerinin gazeteci kimliği tehlikededir.