“Gecenin zemheri ayazında bombalar yağdı üst üste… Çığ düştü eşkıya yüreğimize. Kan bulaştı kaçak çayımıza.”
Kan bulaştı donmuş toprağa, rüzgârın topladığı kara. Tutmaz oldu el kalemi.
Hangi yürek Roboski’yi yazacak kadar cesurdur?
Hangi Dengbejin nefesi yeter, Roboski’yi okumaya?
Siz şarkılarınıza dalından koparılmış çiçekleri okuyanlar, anne canından koparılmış evlatlar için çığırabilir misiniz?
“Terörist” parantezinden kurtulsa, kelepçeye takılır elleri. Olmadı, kaçakçı bir yazgıya çıkar. Olmadı şaki. Daha daha olmadı, hain.
Hangi gazeteci yazar, hainlik kaç metre mesafeden vurulur diye.
Kaç kalibrelik mermi, kaç yiv sayısıyla saplanır bedene, kaç şiddetinde bombayla patlatılır?
Sen bilemezsin, ben bilemem, öteki bilemez o parçalanan çocukların hayallerini. Bilemeyiz o çocukların düşlerinin sınırını.
O sınırı geçerken bilemezdik cezasının, savaş uçaklarından bombardıman olacağını…
Bilemedik masal renginde sürebilecek hayallerini, siyah beyaz bir sonbaharda, kin yüklü kararlarla karartılacağını.
Parmakları ayrı, kolları bir yanda, karın duvarı yırtılmış, bağırsakları bağlasan durmaz, çocuklar tanıdık…
Ve o çocukların annelerini.
Hangi yürek dayanır bu sınırsız acıya?
Kimi sevdiğine bir kolye alacaktı gidip şehre, eğer dönebilseydi kaçaktan, satabilseydi kaçak benzini…
Kimi beyaz sayfalı defterler, kurşun kalemler alacaktı en fiyakalısından, eğer satabilseydi kaçak çayı…
Belki de annesine saraylar yapacaktı biri…
Biri babasından kalma azap yüklü hayatı kovacaktı belki.
Ama sınırları koyanlar, sınır boylarında yakaladılar onları, hayallerini bir bir parçaladılar, soğuk bir yazgıda buza çevirdiler.
Mesela aynaya bakamayacaklar artık. Saçlarını taramayacaklar. Gülemeyecekler. Koşamayacaklar…
Son gülüşlerini kim yazabilir?
En son bakışlarını kim çizebilir? Hangi fotoğrafçı çekebilir son bakışlarını? Hangi ressam tuvaline boyayabilir yüzlerinin son rengini?
Çocukların mezarı küçük olur ama onu kazmak zordur.
Yani yeni terlemiş bıyıklarını çocukların, hangi toprak alır içine?
Ben bilemedim.
Değil mermer, som altın olsa, elmastan olsa tepeden tırnağa bir mezar, bir çocuğun bir tek çürük dişi eder mi?
Ölümü bana anlatın, sonra da yaşamayı.
Eğer yaşamak, yüksek dağların arasında ve sırtı tekin olmayan yamaçlarda geçiyorsa, eğer çocuklar misket vuruşturmaktan çok ekmek telaşındaysa bırakın ölümün üstü sizde kalsın, bana anlatmayın.
Bana Ankara gibi gülümsemeyin. İstanbul olmayın karşımda.
Roboski gibi sınır uçlarında, Şırnak gibi karaelmas karası bakın.
Ölüm emridir bakışınız, gülümseyişiniz.
Siz otuz dört gülüşün sönüşünü izleyebilir misiniz?
Sahi siz hiç oğlunuzun cansız bedenini katır sırtında taşıdınız mı? Dağlardan parçalarını topladınız mı çocuğunuzun? Römorklarda yani bir traktörün aksamında taşıdınız mı o en çok sevdiğiniz oğlunuzun kanamış bedenini?
Oğlunuzun kopmuş parmağını tanıyıp, avucunuzun içine aldınız mı?
Ne şiire sığar bu acı, ne kitaba, ne yasaya, ne de akla.
Demişti ya şair, “Tövbeye getirir insanı”, bu acının tövbesi kabul olunmaz dedim bende.
Çünkü anaların rüyasından çocuklarını çaldınız.