Millet ve Milliyet: Bir Panel (2012) Bir Konferans (1917)

Abone Ol

Millet ve Milliyet: Bir Panel (2012) Bir Konferans (1917)

Türk Dayanışma Konseyi ve Türkiye Kamu-Sen Kastamonu Temsilciliğinin ev sahipliğinde 13 Ekim 2012 tarihinde Kastamonu Halk Eğitim Merkezi konferans salonunda “Anayasa Çalışmaları Kapsamında Millî Birlik Meselemiz” adlı bir panel gerçekleştirildi. Panele Türkiye Kamu-Sen İl Temsilcisi ve Türk Büro-Sen Şube Başkanı Ercan Karabacakoğlu, Türkiye Kamu-Sen’e bağlı sendikaların şube başkanları ve yönetim kurulu üyeleri, Kastamonu Milletvekili Emin Çınar, Kastamonu Baro Başkanı Mehmet Çiftçi, meslek odaları temsilcileri, sivil toplum kuruluşlarının yöneticileri, siyasî parti temsilcileri, davetliler ve üniversite öğrencileri katıldı.

Oturum başkanlığını Türkiye Kamu-Sen Genel Başkan Yardımcısı Fahrettin Yokuş’un yürüttüğü panelde anayasa hukuku alanında Anayasa Uzlaştırma Kurulu Üyesi Prof. Dr. Hasan Tunç (Gazi Üniversitesi), idare hukuku alanında Anayasa Uzlaştırma Kurulu Üyesi ve Türk Hukuk Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Ali Akyıldız (Kırıkkale Üniversitesi) ve Türk Dünyası Kadınları Dostluk ve Dayanışma Derneği Genel Başkanı Dr. Şenol Bal konuşmacı olarak yer aldılar.

İlk konuşmacı olan Dr. Şenol Bal, millet mefhumundan, millî hassasiyetlerimizden ve anayasal süreçte üzerinde dikkatli olunması gereken hususlar hakkında örneklerle bilgiler verdi. Prof. Dr. Hasan Tunç, yeni anayasa değil, yenilenen anayasa vurgusunu öne çıkararak, bu ifadenin gerekçelerini açıkladı. Tunç özetle anadil, anadilde eğitim ve resmi dil konusunun birbirinden farklılıklarını izah edip bu farklılıkları Ulusal Hakların Savunulması Hakkındaki Sözleşme ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarından örneklerle açıklayarak vatandaşlık bağı kapsamında “Türk” tanımının en doğru, uluslar arası literatüre en uygun ve en güncel olan tanım olduğu vurgusunu yaptı.

Prof. Dr. Ali Akyıldız ise anayasa, başkanlık ve yarı başkanlık sistemi üzerinde durduğu konuşmasının giriş bölümünde millet, milliyet ve milliyetçilik kavramları ve bu kavramlara subjektif ve objektif anlamda yapılan yaklaşımlar konusuna değinerek Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin milliyet anlamında Türk olduğunu Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” sözünden verdiği örnekle açıkladı. Geniş bir katılımın olduğu panelin kavram kargaşasının yaşandığı, bazı kavramların bulanıklaştırıldığı bir ortamda çok yararlı olduğuna ve bu hususta önemli bir boşluğu doldurduğuna ve çok verimli geçtiğine inananlardan birisiyim.  

Panelde geçen millet, milliyet konulu ifadeler, bunların anayasal bağlamda tuttuğu yer ve bir üst kimlik olarak “Türk”, “Türklük” ifadeleri beni bundan 95 yıl önce verilmiş olan “Milliyet” konulu bir konferansa, bu konferansın metnine aldı götürdü. Türkün, Türklüğün ne anlama geldiğini, bu sözcüklerin en çok tartışıldığı bir dönem olan II. Meşrutiyet Dönemi ve I. Dünya Savaşı’nın son yılı içerisinde nerede durduğunu, nasıl açıklandığını, içinin nasıl doldurulduğunu, doldurulmak istendiğini göstermesi bakımından konferans dikkate değer. Söz konusu konuşma metnini aşağıda vermek ve bu günden geriye doğru, 95 yıl önceye siz okurları götürmek istiyorum. Milliyet meselesinin çok tartışıldığı bir dönemde bir öğretmenin, bir Osmanlı aydınının Türk kimdir? Millet nedir? Sorusuna verilebilecek cevaplar üzerine kurduğu konuşmasının bizleri aşağı yukarı geçen bir asırlık süre içerisinde düşünce dünyamızdaki Türk kimliği üzerinde fikir yürütmemize katkı sağlayacağını düşünüyorum.   

Aşağıdaki metin İsmail Habib (Sevük) tarafından 12 Kasım 1917 günü Kastamonu İttihat ve Terakki Kulübü’nde verilmiş olan “Milliyet” konulu konferansın kaleme alınmış şeklidir. Konferans metni hemen sonra Köroğlu gazetesinde üç bölüm halinde yayınlanmıştır. (İsmail Habib, “Milliyet Hakkında Bir Konferans-I”, Köroğlu, Yıl:9, Nu:436, (1 Teşrin-i sani 1333), s.1-2., “Milliyet Hakkında Bir Konferans-II”, Köroğlu, Yıl:9, Nu:437, (8 Teşrin-i sani 1333), s.1., “Milliyet Hakkında Bir Konferans-III”, Köroğlu, Yıl:9, Nu:438, (15 Teşrin-i sani 1333), s.1.)

Milliyet Hakkında Bir Konferans

Muhterem Efendiler!

Her cereyan-ı teceddüd, dâima bir tufan-ı itirazla karşılanır, bundan hatta milliyet cereyânı gibi ulvî ve rehâkâr cereyanlar bile kurtulamıyor. Beş altı sene evvel, bir kaç dimağ-ı münevver ilk ilm-i milliyeti açıp da, bu ulvî bayrağın altına bütün milleti lâhûtî bir sadâ ile davet edince, zannedilirdi ki bütün millet, bütün mevcudiyetiyle, kendisine halâs ve terakkî vaadeden bu sancağın altına koşacak, lakin böyle olmadı. İctimaiyâtın o ezelî kanunu, burada da tesirini gösterdi. Milliyet meşalesi ruhları aydınlatmaya başlar başlamaz, birçok ağızlardan velveleli bir tufan-ı itiraz koptu: Kimisi “Diğer anâsırı tenvîr edeceğiz” diye haykırıyordu. Bu itirazları yapanların çoğu milliyetin ne demek olduğunu bilmedikleri için itirazda bulunuyorlardı.

Milliyet ne demektir? Millet kelimesini tarif ve tespit edecek mihver-i esâsi nedir?

Millet yalnız ırk değildir, yalnız ırk itibarıyla insanlar pek çok ihtilâtâta maruz kalmışlardır. Aynı milletin muhtelif ırklara ayrılmış olduğu, muhtelif ırkların mürûr-ı zaman ile birleşerek yekpâre bir millet teşkil ettikleri görülüyor. Binaenaleyh milletleri yalnız ırkî esası ittihaz ederek ayıramayacağız.

Sonra; efendiler, milletlerin tefrikinde din de bir esas olamaz. Din milliyet hususunda mühim bir âmil olmakla beraber, yalnız din milletleri teşkile kifayet etmiyor. Aynı din dahilinde muhtelif milletler olduğu gibi, aynı millet dahilinde muhtelif dinler de bulunuyorlar.

Daha sonra lisan dahi tefrik-i milliyet hususunda bir mihver-i esâsi olamıyor. Vakıâ görüyoruz ki insanlar muhtelif lisanlara göre muhtelif milliyetler teşkil ediyorlar. Vakıâ lisan yukarıdaki âmillerden daha mühim bir tesiri hâizdir. Lakin ne çare ki lisan bile bizi milletlerin tefriki hususunda aldatabilir. Çünkü aynı milletin muhtelif lisanlar tekellüm ettiği görüldüğü gibi, aynı lisanı tekellüm edenlerin de her vakit müttehid bir millet olmadığı görülüyor.

Öyle ise milletin tefriki için neyi esas ittihaz edeceğiz? Bu esas, vatandaş, en ziyâde ittihad-ı hissiyatta tecelli eder. O kavim ki onun heyet-i umûmiyesine gelen bir felaket onun bütün efradını da müteessir, heyet-i umûmiyenin bir saadeti onun bütün efradını da mesud ediyor. İşte o efrâd-ı yekpâre bir millet demektir. Eğer Türklüğün saadeti seni mesud ediyorsa, eğer Türklüğe gelen bir felaketten sen müteessir oluyorsan, eğer sen Türklükle beraber gülüyor, Türklükle beraber ağlıyorsan, Sen Türksün. Yok, Türklüğün tebessümü sana bir girye, Türklüğün giryesi sana bir tebessüm oluyorsa, nafile kendini aldatma sen Türk değilsin!

Milletler birer uzviyet-i beşeriye gibidirler. Bizim vücudumuz en nâciz, en ehemmiyetsiz bir uzvuna, bir iğne batınca nasıl bütün vücudumuz sarsılır ve acırsa, milletlere de böyledir. Bir milletin en ufak bir uzvuna bir darbe gelirse, o darbeden bütün millet nalân olur.

İşte Türkçülük cereyânına pîşdârlık yapanlar bu hakikati anlatmak istiyorlardı. Yoksa bizim dinden uzaklaşmaklığımızı değil. Zaten biz Türkler dinden nasıl uzaklaşabilirdik? Benim damarlarımda bin üç yüz senelik kuvve-i irsîye ile dolaşan İslâmiyet kanını benden çıkaracak hiç bir kuvvet yoktur.

Zaten islamiyetin râyet-i mebnîni göklere, burçlara kadar esâd eden, onu her türlü muhâcemattan, her türlü seylâbelerden kurtarıp ulvî bir mevkîe ilâ eden Türklük bâzû-yı satveti değil miydi? İşte o bâzû yine o bayrağı kıyâmete kadar elinde taşıyacak.

Hem din ile milliyet neden yekdiğeriyle nâkabil telif gibi görülüyormuş? Dünyada insanları birleştiren iki nevî câmia vardır:

Biri câmia-yı milliyet, diğeri câmia-yı diniye.

Bu iki câmianın biri, diğerini kutlandırır, her iki câmia ile birleşen insanlardır ki yekdiğerine daha sıkı surette merbût olmuş olurlar.

Biz milliyeti, vatandaşlarım, biz süs olsun, bir iş olsun diye istemiyoruz. Biliyoruz ki yükselmek isteyen milletlerin en büyük kuvve-i terakkîsi milliyettir. İşte tarihe bakınız, hep canlanan milletler evvelâ milliyetlerini idrak ile teâliye mazhar olmuşlardır.

Millet başka milliyet başkadır. Her milletin mutlak milliyeti olması icab etmez. İşte Bulgar milleti asırlarca bizim hâkimiyetimiz altında varlığından bîhaber olarak yaşadı, şüphesiz Bulgar milleti yok değildi. Yalnız Bulgar milliyeti yoktu. Nihayet bir asır evvel bu millet, Bulgarların millî tarihini yazan bir papazın tenvîr ve irşâdıyla, milliyetini idrak etti. Ve bugün işte karşımızdaki Bulgaristan'ı görüyoruz.

Milliyetin kıymetini anlatmak için bilmem ki niye uzağa gidiyorum? Milliyetsizliğin ne kadar acı bir şey olduğunu, biz bizzat kendi üzerimizde elim ve fecî bir surette tecrübe ettik:

İlân-ı hürriyetin mesti-i gafletiyle yaşadığımız senelerde idi. Bîpayân bir safvetle anâsır-ı sâireye karşı şefik kollarımızı açmıştık. Fakat onlar, ihtilâf-ı kitap ile de dizden ayrılan bir takım unsurlar açığımız ağûşu kabule yedlerinde birer hançer saklayarak geldiler. Biz “Osmanlılık” dediğimiz ocağı üflemeye çalışırken onlar, gizlice su döküyorlardı. Önümüzdeki gâyeye doğru, derin bir safvetle koşup giderken, zannediyorduk ki onlar da bizimle beraber geliyorlar. Lâkin bazı vukûat-ı dahiliyenin müşte-i ikâzı ile gözlerimizdeki perde-i gaflet yırtılınca gördük ki yapayalnız imişiz!

Artık bunun üzerine hakikati anladık mı? Artık yalnız kendimize güvenmek lazım geldiğini tamamen idrak ettik mi? Heyhât, halâ daha biz kabalık yapan odunculara karşı "Türk" kelimesini kullanmaktan çekinmiyoruz. Halâ daha milletimizin mübeccel unvanı, ağzımızda bir kelime-i tezyîf gibi dolaşıyor. Halâ daha Türklüğümüzü takdir edemiyoruz. Başka milletler gurur ve mefharet ile kendi milliyetlerinden bahs ederken, sen ne için göğsünü daha ziyâde kabartarak “Türküm!” diyemiyorsun, vatandaş? Mademki senin milletin; milletlerin en kahramanı, en şeciidir, mademki senin milletin milletlerin en ulvîsi ve faziletlisidir, mademki senin milletin, milletlerin en kadîm, en asil, en necîbidir, milliyetini gurur ve mefharetle haykırmaktan niye sıkılıyorsun? Bazı milletler yoktan bir mâzi icad ederken düşün ki, senin milletinin tarihten daha yaşlı bir mâzisi var. İstinad ettiğin mâzinin, o binlerce senelik, tarihin karanlığından başlayıp gelen, o şanla, şerefle o ulvî ve fezâyâtla dolu mâzinin kıymetini bil. istinad ettiğin o mâzi seni yüksek muhteşem bir şahika üzerinde bulunduruyor. Oturduğun o yüksek ve muhteşem şahika üzerinden, etrafındaki küçük tepelere bakarak, gurur ile, mefharet ile, en gür bir sadâ ile bağır: “Ben Türküm!”

Bizi tarihin huzuruna yalnız kaba bir muharip gibi takdîm etmek isteyenlere bakma, vatandaş, eğer onlar bizim vücuda getirdiğimiz medeniyetleri bilerek inkâr ediyorlarsa garazkâr birer müfteri, yok bilmeyerek söylüyorlarsa şayân-ı terhim birer cahildirler.

Bizim elimize yalnız kılıç yakışırmış, öyle mi? Yok, hayır, bizim elimize kahramanlığın kılıcı ne kadar yakıştıysa, ziraatın sabanı, sanatın çekici, ilmin kalemi de öyle yakıştı. Biz harb meydanında vâkıa mütehevvir bir arslandık, Lakin biz tarlamızın üzerinde sabûr bir çiftçi, kitaplarımızın içinde yüksek bir âlim, bedîî maharetlerin önünde kabiliyetli bir sanatkâr olmayı da pekiyi bildik. Vâkıa doğru biz fenn-i harbe birçok ve birçok kahraman dâhiler ihdâ ettik. Fakat biz aynı zamanda meselâ tıb ve felsefeye İbn Sinâ'lar, Farâbî'ler ... ilm-i heyete Uluğ'lar, Ali Kuşcu'lar..., şiir ve edebiyata Nevâiler, Fuzûlî'ler, Hamid'ler ..., sanat-ı mimariye İlyas'lar, Kasım'lar da ihdâ ettik. Biz medenî değiliz öyle mi? Biz muhtelif zamanlarda ve muhtelif mekânlarda öyle medeniyetler vücuda getirdik ki o medeniyetler tarihin ve mâzinin karanlık sahası üzerinde yer yer, birer cezîre-i nûranur gibi parlıyor.

İsterseniz geliniz, sizinle beraber tarihin sahasında parlayan bu muhtelif Türk medeniyetlerinin arasında, en yakınından başlayarak, uzaklara doğru biraz dolaşalım: En evvelâ, işte İstanbul; korkmayınız sizi orada fazla eğlendirecek değilim, İstanbul'un o levend ve narin minârelerine, o muhteşem ve muzî kubbelerine, zerâfet-i hariciyeleriyle afâk ve âsumâna karşı Türk ruhunun kabiliyet-i sanatını haykıran o camiilerimize İstanbul'daki o âbidât-ı sanata birer nazar-ı reh-i takdîr attıktan sonra beriye, biraz daha aşağıya ininiz: İşte Konya!

Orada bizden evvelki Türk hükûmetinin, hükûmiyet-i Selçukiyenin bıraktığı bakâya-yı enkazı göreceksiniz. Fakat o enkaz birer âbide-i sanat çinicilikte o livanın aheng-i imtiyazıdır. Nakışçılık ve tezyin de size Türk ruhunun bütün inceliğini terennüm eden birer natıka-i belagattir. Sonra geliniz daha ileriye, Hindistan’a gidelim, orada asırlarca payidâr olmuş bir Türk hükûmetinin ibda’ ettiği birçok âsâr-ı sanat vardır. Durunuz bunlardan yalnız birini Ekberşah namındaki Türk hükümdarının genç yaşında vefat eden zevcesi için yaptırdığı türbeyi görelim. Türbe deyip geçmeyiniz. Bu türbe Ayasofya Camii kadar büyük. Fakat bu müthiş büyüklüğüne rağmen bir kafes kadar zariftir. Bütün erbab-ı sanat bu harika-i mimariyeyi, dünyanın en büyük türbesi ve en bedii âsâr-ı mimarisinden biri olarak selamlamakta müttehiddir. Fransızlar bir bu türbe için “mervey de mervey” yani harikalar harikası diyor. Piyer Loti o sihirli kalemiyle bu türbenin şeffaf mermerden yapılmış musanna duvarlarını, üzerindeki beyzi ve dilfırib kubbeyi güneşin inikâs-ı huzemasiyle periler sarayı gibi parlayan bu bedia-i sanatın güzelliğini tasvir ede ede bitiremiyor. Sonra geliniz biraz daha yukarıya çıkalım: İşte hükûmet-i İlhaniye’nin merkezi olan Herat şehri. Burası muhteşem dilfırib sarayları ile cennet gibi güzel bir mâmure idi. Orası en büyük musikişinasların, en mahir ressamların, en muktedir şairlerin bir merkezi idi.

Sonra daha ileride, işte Mâverâünnehir medeniyeti. Timurlenk hükûmiyetinin merkez-i idaresi olan Semerkant.

Siz Timurlenk’i tarihin huzuruna yalnız bir gaddar, yalnız sefk-ı dima’dan haz alan bir zalim sıfatıyla takdim eden müverrihlerin garaz ve iftirasına bakmayınız. Timurlenk büyük Türk hükümdarı şiir ve sanatın ilim ve faziletin en büyük hamisi idi. Semerkant o zamanlar Asya’nın en mâmur, en medenî bir şehri idi. Oranın esbab-ı ümran ve medeniyeti yalnız büyük camilerden, muhteşem ve güzel saraylardan, latif bahçelerden ibaret değildi. Orada derununda yüzlerce hasta yatan büyük hastaneler; derununda binlerce amele çalışan dârüssınaîler vardı. Orada kâğıt fabrikaları bile vardı.

Eğer yorulmadı iseniz bu seyahatte zamanen ve mekânen biraz daha ileriye gidelim. İşte on bir asır evvelki bir zamandaki Uygur hükûmetinin vücuda getirdiği Turfan medeniyeti ve işte bu medeniyetin merkez şubesi olan Hoço şehri! Orada müsteşrikler tarafından icra edilen hafriyat bize ebedî bir memba-ı gurur olacak mahiyettedir. Bu hafriyatın meydana çıkardığı âsâr ve âbidat arasında muazzam binalar ve büyük saraylar enkazından başka birçok heykeller ve resimlerden başka şimdiki güderi eldivenlerden daha nazik deriler üzerine yazılmış kitabeler de bulunmuştur. Hatta ne kadar garip, o kitabelerde şimdiki usul-ı tenkit bile mevcut idi.

Bütün bu ince ve güzide âsâr-ı medeniyet karşısında hayrette kalan müsteşrik Von le Coq on bir, on iki asırlık bu Türk medeniyetinden bahsederken o zamanlar İngiltere, Fransa, Almanya’da böyle bir medeniyet olmadığını, binaenaleyh, Türklerin cedleriyle iftihar etmekte haklı olduklarını söylüyor.

İstersen daha ileriye gidelim. Birkaç bin sene evveline gidelim. Zamanı bile mevcut olmayacak derecede eski olan, Asya-yı vusta medeniyetini tetkik edelim: Bu medeniyeti tetkik eden Fransız meşâhir-i ulemasından Bailly, göğsümüzü şişirtmeye kâfi olacak şu hakikatleri sarf ediyor. “Envâr-ı nücûmun ihtiraı, madenin istimali, onun usul-i keşfi, elifbanın ihtiraı değilse bile en kadim zamanda istimali. Bütün bunlar Türklerde o zaman mühim bir medeniyetin mevcudiyetini ispat eder.”

Evet, biz binlerce sene evvel pek uzak zamanlarda bile şimdiki takvimimizden daha doğru, daha ilmî bir usul-i takvime maliktik.

İşte aziz vatandaşım, senin milletinin böyle uzun bir mâzisi ve o mâzinin işte böyle müteaddit ve nura nur medeniyetleri var. Milletinin büyüklüğünü bil. Bil ki milletini sevesin. Milletini sevmek. İşte milliyetperverliğin mebde-i hareketi buradan başlar.

Fakat yalnız bu kâfi değil, yalnız benim milletim mâzinin en muazzam en kuvvetli, en medenî milletidir diye övünmek kâfi değildir. Yalnız milletinin mâzideki azametinden bahsetmekle iktifa edecek değilsin. Eğer milletini hakikaten seviyorsan, eğer milletinin mâzisi sana hakikatin bir gurur veriyorsa sen milletini âtide de milletlerin en azametlisi, en müterakkisi görmeye çalışmalısın. Milletimiz nasıl mâzinin en yüksek ve âli millet ise âtide de onu böyle yüksek bir mevkide bulundurmak. İşte Türklüğün ulvî gayesi!

Demin, milletlerin mebde-i terakkîsi milliyetlerini idrak etmesiyle başlar demiştim. Fakat milliyet bir gâye değildir. O bizi çalıların, dikenlerin arasından şoseye çıkarır. Milliyetlerini idrak eden milletler artık yürümeye, yani terakkîye müsait bir zemin bulmuş demektir. Fakat o millet, o terakkî şosesi üzerinde koşmak için bir kuvvete, bir kuvve-i muharrike muhtaçtır.

Milletler bu kuvve-i muharrikeyi nereden alırlar? Mefkûrelerinden.

Mefkûre bu milletleri koşturan bir motordur. Milliyetlerini idrak eden milletler mefkûrelerinin sayesindedir ki gayelerine doğru, hiç yorgunluk hissetmeksizin, şevk ile hevesle her türlü mâniayı çiğneyerek koşarlar. Mefkûre terakki ve itilânın ulvî menbâı.

Bu gün mefkûrenin bir milleti ne kadar yükselteceğini, mefkûresizliğin dahi bir milleti nasıl öldüreceğini görmek için tarihe bakmak kâfidir. Tarihin sînesi mefkûrelerini kaybetmiş milletlerin enkazı ile doludur. Ezcümle işte kadim Roma... Bu millet o zamanın bütün cihanını zapt etmişti. Roma cihanın hakimesi; Cihan Roma'nın memlûkesi olmuştu. Çünkü Romalıların yüksek bir mefkûresi vardı. Çünkü Romalılar Roma'yı cihangir yapmak istiyorlar, çünkü Romalılar kendilerini bütün milletlerin fevkinde bulundurmak istiyorlardı.

Sonra bu cihangir, bu pür azamet Roma'nın çatırdayıp göçtüğünü görüyoruz, neden? Roma inkıraz bulduğu vakit Roma'da bütün vesâit-i kuvvet mevcuttu, orada asker vardı, para vardı, medeniyet vardı. Orada büyük âlimler, büyük sanatkârlar vardı. Orada her şey vardı fakat o zaman Roma da yalnız bir şey yoktu: Mefkûre. Roma mefkûresini kaybettiği için tarih de Roma'nın üzerine ebedî bir kefen çekti. Bu günkü milletlere dahi bakacak olsak hepsinde bir mefkûre görürüz:

Almanların mefkûresi Almanlığı bütün milletlerin fevkinde görmektir. İngilizlerin mefkûresi bütün denizleri kendi malikâneleri olarak muhafaza etmektir. Fransızların mefkûresi Almanlardan intikam-ı tarihiyesini alabilmektir. Büyük milletlerin değil, küçük dünkü milletlerin bile birer mefkûresi var:

Romanya, Sırbistan, Bulgaristan hep birer mefkûre sahibi, hepsi başka hükümetlerin tabiiyetindeki millettaşlarını kendilerine ilhak etmeyi mefkûre edinmişler. Acaba bizim mefkûremiz nedir? Daha dün bizim tabiiyetimizden kurtulmuş milletlerin bile mefkûresi varken acaba bizim mefkûremiz yok mu? Eğer bize “Mefkûreniz nedir?” derlerse ne diyeceğiz?

"Bizim mefkûremiz istiklâlimizi muhafazadır." diyemeyiz. Çünkü istiklâl her milletin en tabii en ibtidâi bir vazifesidir. Çünkü istiklâlini mefkûre edinmek ölmemeyi mefkûre edinmektir. Çünkü milletlerin istiklalini kaybetmesi onların ölmesidir. Hâlbuki efendiler mefkûre menfî olamaz. Ölmemek için mefkûre yoktur, yaşamak ve yaşatmak için mefkûre vardır. Sonra; "Bizim mefkûremiz dinimizi muhafazadır" da diyemeyiz. Çünkü sen "muhafaza ettim!" desen de o din muhafaza edilecektir. Çünkü Halik Kur'an'ında bu dinin kıyamete kadar bakî kalacağına tebşir ediyor.

Öyle ise bizim mefkûremiz nedir?

Bizim mefkûremiz mi?

Bizim mefkûremiz dünyadaki yetmiş milyon Türk'ün vahdetidir. Dünyadaki bu yetmiş milyon Türklük ne zaman bir şahs-ı vahid gibi düşünür ne zaman tek bir insan gibi oturur kalkarsa, bütün Türkler ne zaman vahdetlerini teşkil ederler ve ne zaman dünyanın orta yerinde yetmiş milyonluk kuvvetli, bir azâmet, yekpâre bir Türk Milleti vücuda gelirse, biz işte o zaman vatandaş, işte ancak o zaman mefkûremize vasıl olmuş olacağız. Karşımızda yetmiş milyon Türkün vahdetinden ibaret, ulvî, çetin bir gâye var. Biz işte oraya gideceğiz. Acaba böyle yüksek, böyle sarp bir gâyeye gidecek kadar bacaklarımızda kuvvet var mı? var vatandaşlar. Bizim bacaklarımız bizi böyle bir gâyeye götürecek kadar kuvvetlidir.

Biz bunun böyle olduğunu, bizim bacaklarımızda böyle yüksek ve çetin bir gâyeye doğru sarsılmadan gidecek bir kuvvet mevcut bulunduğunu, biz işte şu üç senelik harbimizle ispat ettik. Biz harbin halen içinde bulunduğumuz için, hakikat halen bizi ihâta etmekte olduğu için, biz bu harpte gösterdiğimiz havârık -ı kudreti zannediyorum ki tamamen idrak edemiyoruz.

Biz bu cihan harbi içinde en büyük bir harika-i mucize gösterdik. Efendiler, Çanakkale bu harb-i umûmi içinde en yüksek, en yegâne bir mucize oldu. Biz orada dünyanın en kuvvetli en pür-ceberruh iki hükümetinin müdhiş donanmalarına, muharib askerlerine bîpayân mühimmatlarına karşı topumuzdan ve kurşunumuzdan ziyâde süngümüz ve göğsümüzle müdafaa ettik. Vakia bu harb-i umûmide şanlı müttefiklerimiz pek çok zaferler kazandı. Lakin Almanya'nın kazandığı zaferler zaten onun hakkı idi. Herkes biliyordu ki Almanya dünyanın en kuvvî, en pür-sükût hükümeti idi. Böyle bir hükümetten elbette galebeler beklenebilirdi. Lakin biz böyle mi idik? Bînihâye yokluklar içinde çalkalanan bu zayıf Türkiye'nin Çanakkale'de bir harika ve bir mucize göstereceğini kim me'mul ederdi? Ah, Çanakkale, orada öyle günler oldu ki düşmanın yağmur gibi, cehennem gibi yağdırdığı güllelere mukabil biz ancak iki gülle bulamıyorduk. Orada öyle günler oldu ki düşmanın iki üç kilometre ilerleyivermesi mukarrer hilâfetin sükûtunu müeddi olacaktı. Lakin iki kilometre değil düşmanı tuttuğu yerden iki metre bile ilerletmedik. Biz bunu yaptıksa, biz düşmanı ilerletmedikse, bunu topla tüfekle değil, sırf ruhumuzdaki kuvvetle yaptık. O kuvvet ki biz onu bin üç yüz senelik dinimizin koynundan, bilmem ne kadar bin senelik milletimizin sinesinden almıştık. İşte Çanakkale'de bütün dünyaya o mucizeyi gösteren bu kuvvettir. Bu harb isbat ettik ki biz yalnız yaşamaya, yalnız istiklâle değil ulvî bir mefkûreye doğru koşmaya layık bir milletiz.

Lakin böyle bir mefkûre ile yaşamaklığımız, böyle bir mefkûreye layık bir millet halinde terakkî edebilmekliğimiz için yalnız ordu değil bütün millet heyet-i umûmiyesiyle çalışmak icab eder.

Askerlerimiz muhtelif hudutlarda, saf ve necib kanını semahat ve mebzûliyetle akıtıp dururken, acaba biz burada bizim ordumuza düşen vazifeyi tamamıyla yapıyor muyuz? Yok, artık biz de milletimizin ne olduğunu, milliyetimizin bizden ne beklediğini bilmeliyiz. Yalnız kendimizi, yalnız yiyeceğimizi, içeceğimizi, yalnız yeleğimizin cebini, kesemizin içini düşünmekten daha ulvî bir düşüncemiz olduğunu idrak etmeliyiz. Hudutlarda kahramanların kanı akarken, burada bize düşen vazife yalnız nevmîd olmak değil yalnız kendimizi düşünmek değildir. İnsanlar dünyaya yalnız kendisi kendi şahsı için gelmedi. İnsanlık yalnız kendi ile meşgul olmak demek değildir.

Kendini düşün, fakat kendinden başka bir de düşünülecek bir mefkûren olduğunu unutma. Kendini düşün, peki, fakat şunu da düşün ki kendini ne kadar düşünsen, kendin için ne kadar çabalarsan yine bir gün öleceksin. Hâlbuki mensub olduğun bir millet var ki işte ölmeyecek. Kendi hayatımızı ebedileştirmek mademki bu bizim elimizde değildir, öyle ise milletimizi olsun istediğimiz gibi yaşatmalı, onun ebediyen yaşaması için çalışmalı değil miyiz?

Kendini düşün, buna kimse itiraz etmiyor, refahını saadetini temin et, para kazan, zengin ol, mesud ol, her şey ol, fakat düşün ki senin saadetin milletinin felâketi olmasın. Refahını milletinin zararında arama, milletin menfaatini temin için kendin mutazarar olmak mecburiyetinde değilsin. Öyle çalış ki o faaliyetinden hem sen, hem milletin menfaatdâr olsun. Mesud ol kardeşim, zengin ol, büyük ol, meşhur ol, her şey ol yalnız düşün ki sen “Ohh!” derken milletin “Ahh!” demesin!

Aziz efendiler! Sözlerimi bitirmeden evvel toprağın altında ebedî bir huzur-ı masum ile yatan şehitlerimize bir fatiha takdîs; toprağın üstünde elinde süngü, düşman karşısında vazife-i vataniyesini yapan gazilerimize bir selâm-ı nusret yollar ve sözlerime hitam veririm.”