KURBAN, İSMAİL ve BİZ…

Abone Ol

KURBAN, İSMAİL ve BİZ…

Çocukluğumun şehrinden de çocukluğumun bayramlarından da uzağım, uzaktayım. Bayramın coşkusunun da bana/ bize memleketim kadar uzak olduğunun farkındayım. Doğrusu, biz çocuk olduğumuz için mi bayram güzeldi, bayramlar güzel olduğu için mi o denli coşkundu yüreğimiz, otuz yıldır bu sorunun cevabını bulamadığımı, itiraf edeyim.

Modernist görünümlülerin her bayram arifesinde gark oldukları sahte hayvan sevgisiyle daha başlamadan bulandırılan; dört beyazın en tehlikelisi Zekeriya’nın “ayakkabı- rakı” muhabbetiyle sulandırılan bayramın, manasının çok gerisinde ve istenmeyen ama sırf kendimizi mecbur hissettiğimiz bir ritüelin yerine getirilmesi zorunluluğu ile karşılanması, başkalarını bilmem lakin beni ziyadesiyle incitmeye devam ediyor ne yazık ki. Merhum Karakoç’un “Ana bu bayram mı aman çok ayıp” mısraı ile başlayan şiiri gelip oturuyor dilime. İsmail’i hatırlıyorum bir de. İbrahim’in kınalı kuzusu İsmail’i…

Adını ilk defa rahmetli dedemden duymuştum. Benim dedem kelimenin tam anlamıyla arif bir adamdı. Uykunun gözümüzden kaçıp bir türlü geri gelmediği gecelerin birinde, küçük dayımla beni avutmak ve uyutmak için anlatmıştı o meşhur olayı. Hikâyeyi buraya yazacak değilim. Lakin dedemin öyle bir anlatışı vardı ki sanırsınız ki olayı biz yaşıyoruz, o denli heyecanlanıyoruz. İsmail’e üzülüyoruz önce.  Kendisini kandırmak için şeytana attığı taş mutlu ediyor bizi etmesine ya, şimdi iki kat üzülüyoruz kurban edilecek olmasına. Bıçağın İsmail’in boynuna doğru geldiği anda gözümü kapatıyorum ben. Gözümü kapatıp uyuyor gibi yapınca İsmail kurtulur sanıyorum. Dedemin sesindeki acının yerini umut alıyor biraz sonra. Cebrail, koçla birlikte geliyor. Sevinç çığlığı atmamak için kendimizi zor tutuyoruz dayımla birlik. O günden beridir biz, İsmail’i ayrı seviyoruz. Peygamber efendimizden sonraki sıra için iki favorimiz Yusuf ve İsmail… Hangisi ikinci hangisi üçüncü ona bir türlü karar veremiyoruz (Dedem, Yusuf kıssasını da anlatmıştı çünkü).

Yıllardır, ne zaman okusam İsmail kıssasını, o çocukluk duyguları depreşir yüreğimde. Yeniden, yeniden, yeniden severim İsmail’i. Bu kıssadaki İsmail’in duyguları ile ilgili müfessirlerin yaptığı yoruma katılmakla birlikte, ben başka zaviyeden bakarım ona. Müfessirlerin anlattığı peygamber İsmail’dir. Ben kişisel değerlendirmemde, insan İsmail’i ve hatta çocuk İsmail’i bulurum. Babası İbrahim’in kuşağındaki bıçağı gördüğü ve iblisin “Dön ve kaç. Babana asi ol, yoksa öldürecek seni!” diyen iblisin sözüne inat, babasının peşinden bilerek ve isteyerek giden çocuk İsmail. Hiçbir çocuk babasından kendisine kötülük geleceğini düşünmez. Sığınılacak en güvenli limandır çünkü baba. Her erkek çocuk gibi İsmail’in de ilk, sürekli ve en büyük kahramanı babasıdır çünkü.   Elbette büyük imtihana tâbi olandır İbrahim. Kıymetlisini, dünyevi anlamda en değerlisini, biricik oğlunu nebisi olduğu Allah yolunda kurban etmek: İmtihanların büyüğü… Tolkinen’in, roman kişilerinden birine,  evladını kaybetmiş, cinnet halindeki babaya söylettiği: “Babalar evlatlarını gömmemeliler” sözünün ağırlığı ile değerlendirildiğinde imtihanın çetinliği çıkıyor ortaya.  Velâkin çocuk yüreğinden beklenmeyecek bir büyüklükle, Rabb’i ile babası arasındaki ahdin gerçekleşmesi için öz canından gönüllü vazgeçmiş İsmail’in imtihanı için ayrı bir sayfaya ihtiyaç olduğuna kaniim.

Kendinden vazgeçebilmek, herhangi bir insanda görülemeyen haslet... İsmailî bir yaklaşım. Türk’te her daim olan… Bu sebeptendir ki eğer, Hz. Muhammed’den önce muhatap olsa idik İsmail’in vahyiyle, aralarındaki zaman dilimi boyunca –Muhammedî olana kadar yani- İsmail’den olurduk. Bir feragat ve fedakârlık tarihi olanın gayrı olması düşünülemez zaten. Ben Kürşad’ı biraz da bu yüzden severim. Kendinden vazgeçişin ete kemiğe bürünmüş hali olduğu, İsmailî bir yanı bulunduğu için.

Gazi Paşa’nın bir Çanakkale anısı olarak anlattığı Bombasırtı olayı ile ilgili o sözler: “Karşılıklı siperler arasındaki mesafe 8 metre, yani ölüm muhakkak. Birinci siperdekilerin hiç birisi kurtulamamacasına hepsi düşüyor. İkinci siperdekiler yıldırım gibi onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz? Bomba, şarapnel, kurşun yağmuru altında öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor. Sarsılma yok. Okuma bilenler Kur’anıkerim okuyor ve cennete gitmeye hazırlanıyor. Bilmeyenlerse kelimeişahadet getiriyor ve ezan okuyarak yürüyorlar. Sıcak, cehennem gibi kaynıyor. 20 düşmana karşı her siperde bir nefer süngüyle çarpışıyor. Ölüyor, öldürüyor. İşte bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren dünyanın hiçbir askerinde bulunmayan tebriğe değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki Çanakkale muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur.” dediği İsmail’deki ruh değil midir?

Küfrün dalga dalga geldiği bir dönemde, şehadetleri dinin temeli olan ezan susmasın, bayrak inmesin, milletinin Allahu Teala ile olan ahdi sakıt olmasın diye önce kurşuna göğsünü siper eden, sonra tekbirlerle dar ağacına yürüyen Dursun Önkuzu’daki, Ruhi Kılıçkıran’daki, Mustafa Pehlivanoğlu’ndaki, Ali Bülent Orkun’daki o ruh başka hangi isimle sıfatlandırılabilir ki?

 Memleket dahilindeki ve haricindeki ehl-i küfür ve uşakları Cebrail’le gönderilen koçtan habersiz, habire canlarıyla sınıyorlar koçyiğitlerimizi. Onların hepsi, her gün Ermeni, her gün Hrant, her gün Fransız, her gün Barzanidirler, nereden bilecekler İsmail’i. her birimizin birer İsmail olduğunu…